Sebebini tam bilmesem de içimden ağlamak geliyordu!

A -
A +

"Hey Derviş Efendi!” diye bir ses duydum, heyecanla gözlerimi açtım. “Acaba bu derviş denilen de kimmiş?” diye sağa sola bakındım.

 

 

 

 

 

Elbisesinde olduğu gibi ayaklarındaki temizlik, vakarı, insanların edeple ayakta karşılaması dikkatimi çekti.

 

Bu heybetli zat-ı muhterem etrafa şöyle bir göz gezdirdi, boş bir yer buldu, hemen oturuverdi. Fakat insanlar hâlâ ayakta ve başları öndeydi. Bu duruma pek mânâ veremesem de umumi havaya uymaya çalışıyordum.

 

Sarı ışık yağmuru üzerimize üzerimize iniyordu dur durak bilmeden. Yerler kuru, toprak kaskatı kesilmişti. Dışarıdan gelenler de dâhil herkes boyunlarını bükmüş oldukları yerde hareketsiz duruyorduk. Yanı başımızdan cıvıl cıvıl çocuk seli geçip gitti. İleride Dicle’nin kıyısında birbirlerine tutunup bir meyve çalısının etrafında kasırga misali esti, sel sularının getirmiş olduğu her hâlinden belli kocaman bir kayanın üzerine çıktılar. Ahalinin başı hâlâ önlerinde... çocukları takip eden yalnız iki kişi vardı, bir ben, diğeri de o hürmet gösterilendi. Bu durumun farkında olunca yüzüm kızardı, utancımdan mosmor oldum. Zaten terliydim tepeden tırnağa yeniden suya gark oldum. Bir süre karmakarışık, iç içe geçmiş hislerimle olup bitenleri anlamaya çalıştım. Sebebini tam bilmesem de içimden ağlamak geliyordu. Ne edip eylediysem de toparlanamıyordum. Ruhiyatımda tarif edilmez bir bozgun vardı, hepten dağılarak oradan oraya savruldum durdum. Sonra toparlanayım derken güneş huzmelerinin ışıltısında eridim, dağıldım, usul usul yitip gittim.

 

"Hey Derviş Efendi!” diye bir ses duydum, heyecanla gözlerimi açtım. “Acaba bu derviş denilen de kimmiş?” diye sağa sola bakındım. Yine başlar önde yalnız o temiz giyimli, mübarek görünüşlü zat ve ben etrafımıza bakabiliyorduk. Sonra müşfik gözlerini üzerime dikti:

 

"Sana diyorum Derviş Efendi!” deyince, muhatabın ben olduğumu anladım. Gayr-i ihtiyari:

 

- Buyurun Efendim.

 

- Tanışmıyoruz galiba.

 

- Yeni geldim sayılır Efendim. Kimse beni tanımaz, ben de kimseyi.

 

- O zaman sen benimle gel, yakinen tanışalım.

 

- Peki Efendim.

 

“Ya Allah Bismillah!” deyip kalkınca ben de peşine takıldım. Yeni yapıldığı her hâliyle belli olan bir taş köprüyü geçtik. Biraz yürüdükten sonra fakir ailelerin yaşadığı belli olan bir mahalleye girdik. Sefaletin bütün dehşeti ve zorluğu her tarafta görülüyordu. Belli ki Dicle’den bir kanalla su getirilmiş. Derme çatma evlerin önünde akan boz bulanık sularda yarı çıplak çocuklar gülüşerek oynuyor, birbirlerine su serpiyordu. Kim olduğunu bilmediğim mübarek zat; “Ne yaparsın ki çocuk her yerde çocuk…” dedi. Ben de cevap verip veremeyeceğimi düşünmeden; “Büyükler de her yerde büyük…” dedim. Bu söz pek hoşuna gitmiş olacak ki; “Bak şu garip adama! Sözünü de daldan, budaktan esirgemiyor! Helâl olsun sana! Sevdim seni!” dedi, koluma girdi. Taş ve çamurdan yapılmış yarı yarıya yere gömülmüş küçük pencereli kulübelerin önünden geçtik. “Çok çalışmak lazım çook!” dedi, yürüdü. Belli ki fukara ahalinin derdiyle dertliydi.

 

DEVAMI YARIN

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.
Onur Ercan 10 Mayıs 2024 07:55

Demek ki; **Çok çalışmak lazım çook** cümlesi bu günlere, o günlerden gelmiş.